S I R  T-I M Ü S T A K ΠM

Sırât-ı Müstakîm; Anlamı ve Mâhiyeti

İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm

Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm

Yahudilerin Gazaba Uğrama Nedenleri

Hıristiyanların Sapma Nedenleri

Sırât-ı Müstakimin Gerekleri

a- Sırât-ı Müstakim’de Olabilmenin Gerekleri

b- Sırât-ı Müstakim’de Devam Edebilmenin Gerekleri

İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır

Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler

“Bizi dosdoğru olan yola (sırât-ı müstakîme) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!” (1/Fâtiha, 6-7)

Sırât-ı Müstakîm; Anlamı ve Mâhiyeti

Kur’an-ı Kerim’de onlarca âyette geçen bu tamlama, yol anlamındaki sırat’la; doğru, sapmaz, şaşırtmaz anlamındaki müstakîm kelimesinin birleşmesinden oluşmaktadır. Kur’an’ın, hedefe götürücü ve erdirici yol olarak gördüğü yol, sırat’tır. Sırat, lügatta cadde, anayol, işlek ve büyük yol anlamına gelir. “Essırât”: “Allah’ın yolu” demektir. Müstakim ise, hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru demektir. Sırat-ı müstakim: Dosdoğru olan yol anlamındadır. Sırat-ı müstakim (doğru yol): İki nokta arasındaki en kısa çizgiye denir. Dünya noktasından Cennet noktasına en kısa yoldan eğilip bükülmeden, yalpalamadan gidilecek yolun adıdır.

İstikamet ve Sırât-ı Müstakîm

İstikamet: Hangi yaşta ve hangi seviyede olursak olalım, hiç birimiz aldanmaktan veya aldatılmaktan hoşlanmayız. Bu sebeple her insan, kendi idrâki ölçüsünde doğru ve doğruluktan yanadır. Hayatlarını yalan, hile ve sahtekârlık üzerine kurmuş olan kimseler dahi, suç ortakları ile olan münâsebetlerinde menfaatleri icabı, doğruluğa büyük değer verirler.

Evet ama, doğruluk nedir? Herkes doğruluktan yana ise, niçin “doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar” demişiz? Demişiz, çünkü, müslüman millet olarak bir zamanlar, doğru söylemekle doğruyu yapmak arasındaki farkın idrâkinde imişiz. Bu sebepten de; “sadece ben doğru söylerim!” iddiasıyla “selâmün aleyküm kör kadı!” diyen kimse gibi, sözü doğru olsa da davranışı kaba ve çirkin olan münâsebetsiz doğruculardan hoşlanmamışız.

İslâm kültüründe insanî ve ahlâkî yaşayışa esas olan doğruluğun zirvesi, istikamettir. “İstikamet”i; Arapçadaki kökü “kavm” veya “kıyâm” ve aynı kökten türemiş olan “kaaim” ile birlikte mütâlaa etmeliyiz. “Kavm”, “kıyâm”: Ayak üzere kalkıp durmak, bir işe başlamak, doğru ve mûtedil olmak, zulme karşı ayaklanmak anlamına gelir. “Kaaim”: Ayakta duran, bir nesne üzerine sâbit ve devamlı olan demektir. Bu kelimelerle irtibatı olan “istikamet” ise; doğru ve mûtedil olmak, bir nesneye baha ve kıymet takdir ve tayin eylemek manalarına gelir.

İstikamet kelimesini türemiş olduğu kelimelerle, bunların ihtivâ ettiği manaları mantıkî bir sıra içinde şöyle özetleyebiliriz:

1- Dilimizde kısaca “doğruluk” diye bilinen “istikamet” kelimesinin lügat manalarından biri; herhangi bir şeyin değerini, kıymetini en iyi ve en doğru şekilde takdir ve tâyin etmektir. Buna göre, doğrulukta istikamet seviyesine erişmek isteyen bir kimsenin önce, doğruluğun ne olduğunu anlaması, sonra da, ona kıymet biçecek ölçüde, imanla desteklenmiş bir akl-ı selime sahip olması gerekir. İmanla desteklenmiş akıl diyoruz; zira, kendisini ve kâinatı yaratanı idrâk edememiş, değer hükümlerini kazanamamış bir akıl, beşerî ihtiras ve menfaatlerin kuklası olmaktan başka ne işe yarar!?

2- “İstikamet” kelimesinin kökünde; ayağa kalkıp durmak ve bir işe başlamak manaları da vardır. Bu iki anlamı birincisi ile telif edersek; istikamet sahibi olmak isteyen kimse, önce onun değerini kavramalı, sonra da karar verip idrâk ettiğini günlük hayatında yaşama gayreti içine girmelidir, diyebiliriz. Zira yaşanarak hal edilmeyen değerler, birer fantezi olmaktan öteye geçemezler.

3- “İstikamet”e esas olan manalardan biri de; sebat ve devamdır. Böyle bir değere tâlip olan insanın, asla doğruluktan ayrılmaması ve önüne çıkacak zorlu engellere rağmen, istikametin gereklerini yerine getirmede sebatkâr ve devamlı olması lâzımdır. Aksi takdirde hedefine nasıl ulaşır?

4- “İstikamet”in en güçlü manası; doğru olmaktır. Ancak, bu müstesnâ değere esas olan doğruluk, herkesin kendi idrâkine bağlı kalmamalı; iman, ahlâk, vicdan ve akl-ı selime muvâfık olmalıdır. Zira bu seviyeye erişmemiş bir doğruluk anlayışı, sadece fikirde ve sözde kalır, davranış haline gelemez.

5- Sözlüklerde “istikamet” tarif edilirken, doğruluktan hemen sonra “mûtedil olmak” manasının zikredilmiş olması da son derece mühimdir. Bu, itidalsiz bir istikametin kemâle erişemeyeceğine işarettir. O halde, itidalle bağdaşmayan ifrat-tefrit, şiddet ve taassuptan yakasını kurtarıp “her şeyin hayırlısı, ortasıdır” fehvâsınca orta yolu bulamayan bir insan, ne kadar doğru olsa da, istikamet zirvesine yükselemez, diyebiliriz.

6- Türkçede “istikamet”; doğrultu, yön manasına da kullanılmaktadır. Meselâ, cihadda askerlere; “istikamet karşı tepeler!” veya benzeri bir ifadeyle, yön ve hedef tâyin edilmesi gerekir. İstikamet gösterilmeden hücuma kaldırılacak birlikler, kısa zamanda dağılır ve hücum gücünden çok şey kaybederler. Belki de bu sebepten Cenâb-ı Hak: “…Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Onun için, hepiniz O’na istikamet edin/yönelin…” (41/Fussılet, 6) buyurur ve iman eden her insana tek istikamet tâyin eder.

İslâm’da istikametten gaye tevhiddir. Aksi halde, Allah her yerde mevcut iken; ırkları, dilleri, mizaç ve seviyeleri birbirinden farklı milyonlarca insanın, namazlarında, günde beş kere aynı kıbleye, aynı istikamete yönelmelerinin farz oluşunu nasıl izah edebiliriz? İslâm tefekküründe, kısmen zâhirî olan bu istikametin bir üst derecesi, belki de gayesi; gönül kâbemize yöneliş ve bize bizden yakın olan Rabbimizi kendi özümüzde hissediştir. Ancak, bu anlamda bir istikamet, her kişinin değil; er kişinin kârı olsa gerektir. Nitekim, “O halde (Rasûlüm) sen beraberindeki tevbe edenlerle birlikte, emrolunduğun gibi istikamet et/dosdoğru ol!…” (11/Hûd, 112) ilâhî hitabına muhâtab olan Rasûlullah Efendimiz, bu âyeti kast ederek: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” buyurmuşlar. Zira, emrolunduğu üzere istikamet etme seviyesi, Allah’a kayıtsız şartsız bir teslimiyetin ifadesiydi. Öyle ki, bu seviyede Cenâb-ı Hak’tan başkasına meyledilemez ve O’nun emirlerine aykırı bir tercih de yapılamazdı. Şüphesiz, her haliyle istikametin zirvesinde olan Rasûlullah’a: “Beni Hûd sûresi ihtiyarlattı” dedirtecek kadar zor gelen, ilâhî emrin kendisini ilgilendiren tarafından ziyâde; çok sevdiği ümmetine ait kısmıdır. Zira O, bizi bizden daha iyi tanıyor ve bizim için endişeleniyordu.

Sırât-ı Müstakîm: İslâm kültüründe ilmin gayesi tevhid, amel ve ibâdetin zirvesi, istikamettir. İstikamete erişenlerin yoluna da sırât-ı müstakîm denir. Sözlüklerde sırât, yol, müstakîm de doğru diye belirtilmiştir, ama bu “doğru”yu, düz bir hat olarak düşünemeyiz. Zaten, yuvarlak bir dünya üzerinde böylesine müstakîm bir doğru çizmek de mümkün değildir. O halde, istikametin türediği kök olan “kavm” veya “kıvam” kelimelerinin, “ayağa kalkıp durmak” manasından hareketle “müstakîm”e; “aşağıdan yukarıya yükselen doğru”dur, diyebiliriz. Bu durumda sırât-ı müstakîme de; “dünya durağından mânen yükselerek Allah’a ulaşan en doğru ve en kısa yol” manasını vermek mümkün olur.

Sırât-ı müstakîm, bir zirvedir ve böylesine bir zirveye, elbette ki beşer idrâkiyle ulaşılamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerim’de: “Allah kimi dilerse, onu sırât-ı müstakîme iletir” (24/Nûr, 46) buyurulmuş ve bu seviyeye ancak, Cenâb-ı Hakk’ın lütfuyla erişilebileceği açıkça beyan edilmiştir. O halde ne yapabiliriz, bize düşen nedir? Bu soruların cevabını Fâtiha sûresinde buluyoruz. Bu sûre, farz olan günlük beş vakit namazın her rekâtında okunur. Beş vakit namazda, kırk rekât bulunduğuna göre, günde en az kırk defa okuduğumuz bu sûrede Cenâb-ı Hak, istikamet ve tevhid yolunda mutlaka riâyet edilmesi gereken üç önemli esası, açıkça beyan ediyor:

Birincisi; bizleri, nefsimiz dahil her türlü tehlikeden koruyan, hatalarımızı bağışlayan, âlemlerin Rabbi ve hesap gününün mutlak sahibi Allah’a, bahşettiği her türlü nimeti, O’nun rızâsı dâhilinde kullanmak suretiyle şükretmektir (1/Fâtiha, 1-4).

İkincisi; ihtirasların yol açtığı her türlü kulluk ve kölelikleten kurtulup; “Ancak Sana kulluk/ibâdet eder ve yalnız Senden yardım dileriz” (1/Fâtiha, 5) diyecek seviyede bir teslimiyettir.

Üçüncü esas; hangi merhale ve makamda olursa olsun, kulun, kendisinde bir varlık görmemesi ve bulunduğu her hali Hak’tan bilip; “Bizi sırât-ı müstakîme; nimete erdirdiğin kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yoluna eriştir!” (1/Fâtiha, 6-7) niyâzından bir an dahi gâfil olmamasıdır.

Bu esaslara sımsıkı sarılıp istikamet etme gayreti içinde olanlar, Kur’ân-ı Kerim’de bakın nasıl müjdeleniyorlar:“Rabbimiz Allah’tır’ deyip de sonra istikamet edenlere, hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olmayacaklardır.”(46/Ahkaf, 13). Bu âyette sırât-ı müstakîm; Cenâb-ı Hakk’ın nimete erdirdiği kimselerin, gazaba uğramayanların, sapmayanların yolu olarak tarif ediliyor. Acaba, böylesine yüceltilen insanlar kimlerdir? Bu sorunun cevabını da yine Cenâb-ı Hak’tan öğreniyoruz: : “Allah’a ve Rasül’e itaat edenler; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve sâlihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.” (4/Nisâ, 69) (1)

Kur’an’da Sırât-ı Müstakîm

Kur’an-ı Kerim’de 32 âyette geçen Sırat-ı müstakim’in Kur’an’daki öteki isimleri şunlardır: a- Es-sıratu’s seviyy: Düz yol (20/Tâhâ, 135; 19/Meryem, 43) b- Sevâu’s-sırat: Yolun doğrusu (38/Sâd, 22) c- Sebîlu’r- Reşad: Murada erdiren yol (7/A’râf, 146; 40/Mü’min, 38, 39).

Sırat-ı Müstakîm’in Kur’ân-ı Kerim’deki zıddı (karşıtı): Sırat-ı cahıym: Cehennem yolu’dur. (37/Saffat, 23; 4/Nisâ, 168-169) Kur’an-ı Kerim’de ayrıca ve açıkça bir sırat-ı Cennet’ten söz edilmediğine göre, sırat-ı müstakim “Cennet yolu” anlamını da taşıyor demektir.

Sırât-ı Müstakîm’in Kur’an-ı Kerim’deki tanımlarını görelim:

a- İlâhî nimete ermişlerin yolu: “Bizi doğru yola hidayet et; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna…” (1/Fâtiha, 5-6) Kendilerine Allah’ın nimet verdikleri ise bir başka ayette mealen şöyle açıklanmaktadır: “Allah’a ve Rasül’e itaat edenler; Allah’ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, sıddıklar, şehidler ve salihlerle beraberdirler. Onlar ne güzel arkadaştır.” (4/Nisâ, 69)

b- Allah’ın yolu (sıratullah): “…Ve elbette sen, doğru yola çağırıyorsun, göklerin ve yerin sahibi Allah’ın yoluna.”(42/Şûrâ, 52-53)

c-İslâm dini: “Sen onları doğru bir yola (İslam’a) çağırıyorsun. Ama ahirete inanmayanlar (bu senin çağırdığın) yol (İslam)dan sapıyorlar.” (23/Mü’minûn, 73-74)

d- Allah’a kulluk: “Ey Ademoğulları, ben size Şeytana tapmayın; o, sizin için apaçık bir düşmandır, bana kulluk edin, bu dosdoğru yol (sırat-ı müstakim)dur diye bildirmedim mi?” (36/Yâsin, 60-61)

e- Sünnetullah: “Allah, kimi doğru yola iletmek isterse, onun göğsünü İslam’a açar; kimi de saptırmak isterse onun göğsünü, (o kimse) göğe çıkıyormuş gibi dar ve tıkanık kılar. Allah inanmayanları küfür bataklığında bırakır. İşte Rabbının sırat-ı müstakimi, dosdoğru yolu budur.” (6/En’âm, 125-126)

f- Hz. İbrahim’in dini (Haniflik): “De ki; Rabbım, beni sırat-ı müstakime (doğru yola) iletti. Dosdoğru dine, Allah’ı birleyen İbrahim’in dinine.” (6/En’âm, 161)

g- Adalet: “…Aramızda hak ile hükmet, zulmetme. Bizi yolun ortasına (adalete) götür.” (Sâd, 22) “Gerçekten Rabbın, doğru bir yol üzerindedir (O âdildir, katında kimse zulme uğramaz).” (11/Hûd, 56)

Tefsirlere baktığımızda “es-sırata’l-müstakim” den maksadın ne olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Allah’ın yolu, doğru yol, uygun yol, Allah’ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslam ve İslam şeriatı, Peygamberimiz’in ve ashabının büyüklerinin yolu, cennet yolu, sırat köprüsü (cehennem köprüsü), ifrat ve tefrit arası mutedil (dengeli, orta) yol. Ayette sözkonusu edilen doğru yol (sırat-ı müstakim), hakka ulaştıran yoldur. Hakka ve doğruya ulaştıran yol ise, peygamberlerin yoludur. Bütün peygamberler insanları aynı yola davet etmişlerdir. Bu nedenle sözkonusu edilen yol ile kast edilenin, Peygamberimizin yolu olduğunu söyleyenler de elbette isabet etmişlerdir. Bazı müfessirler, bununla Kur’an’ın, bazıları İslam’ın kast edildiğini söylemişlerdir. Kuşkusuz İslam da, Kur’an da Hz. Muhammed (s.a.s.)’in ve kendisinden önceki peygamberlerin yoludur. Bu nedenle bu görüşlerin tümü arasında bir ihtilaf sözkonusu değildir.

Cadde, ana yol, büyük yol anlamlarına gelen “sırat”, İslam terminolojisinde ayrıca, Cehennem çukurlarının üzerinden geçip Cennet’e uzanan, ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ yol olarak da geçer. Bu yol, yani ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ olan yol, bir bakıma, yalnızca Cehennem çukurlarından geçen değil; insanın dünya hayatına gelişiyle başlayan yoldur. İnsanın, daha doğrusu mü’minin yeryüzündeki hayatı sırattır. Bu hayatı yaşama, sırattan geçmedir. Bu yol, bir yerde Cehenneme uzanırken; bir yerde de Cehennemi aşıp Cennete varır. Dosdoğru yol, yani sırat-ı müstakim tektir. Dünya hayatında insanların bu yol üzere olmaları gerekir. Geniş bir yoldur bu. İnsanların dünya hayatları ve ahiretteki gerçek mutlulukları için her türlü gerekli imkânı ve araç-gereci kendinde barındıran bir yoldur. Fakat bu yol, aynı zamanda ‘kıldan ince, kılıçtan de keskince’ bir yoldur. İnsan, Allah elinden tutmazsa, her an bu yoldan kayıp, bozuk yollara sapabilir. Her adım başında oturmuş kötü yol davetçileri vardır. “Her yolun başına oturup da, tehdit ederek iman edenleri Allah’ın yolundan çevirmeye ve onu eğriltmeye çalışmayın.” (7/A’râaf, 86)

İnsan, her adım başında bu yoldan (sırat-ı müstakim) sapabilir. Bu bakımdan, bir insan, ömrünün sonuna kadar dosdoğru yolda yürürken, son anlarında kâfir ölebilir. Yine, ömrünün sonuna kadar başka yollardayken, son anlarında dosdoğru olan yola girebilir. Bu bakımdan, peygamberler, örneğin Hz. Yusuf, “Beni müslüman olarak öldür ve beni salihlere kat” diye dua etmiştir. İşte, ömür boyu Allah’ın yolunda kalabilmek ve özellikle bu yol üzerindeyken can verebilmek için her an Allah’a dua etmek gerekir: “Rabbımız, hidayete ulaştırdıktan sonra kalplerimizi eğiriltme ve katından bize rahmet bağışla.” (3/Âl-i İmran, 8) diye yalvarmak gerekir. “Ey kalpleri evirip çeviren, kalplerimizi dinin üzerinde sabit kıl!” (Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13) diye, hem dille, hem davranışlarla niyaz etmek gerekir. İşte, dünya hayatında “sırat-ı müstakim” üzerinde olan insanlar, ‘kıldan ince, kılıçtan keskince’ yolu geçen insanlar, Ahirette de Cehennemin üzerindeki “sırat”tan geçip, Cennete ulaşacaklardır. Dünya hayatında, Allah’ın yolu dışındaki yollarda yürüyenler; Ahirette Cehenneme uzanan yola girip, ateşin içinde yuvarlanacaklardır: “Toplayın o zalimleri, onların eşlerini ve Allah’ın dışında taptıklarını. Götürün onları Cehennemin yolu (sıratı)na.” (37/Saffât, 22-23) (2)

Çok değişik yollar vardır; kısa, uzun, dar, geniş, eğri, dolambaç, düz, yolcusuna sıkıntı veren, rahat yolculuk sağlayan, hedefe götüren, hedeften uzaklaştıran… Fakat bütün bu yollardan hedefe gitmeye en uygun olanı hiç itirazsız düz (kısa), geniş, rahat ve amaçlanan hedefe götürme özelliklerine sahip olanıdır. Fatiha’nın bu ayetinde kul, Allah’tan bir istekte bulunur; bir yolcu

olarak kendisine dosdoğru yolu göstermesini, böyle bir yola ulaştırmasını ister. Kulun isteği sadece doğru olan herhangi bir yol değildir. Kul, dosdoğru bir yol ister. Yolculuktan amaç, bir yere gitmek değil midir? O halde, kim yolunun dar, uzun, dolambaçlı ve bozuk olmasını ister? Kim varacağı yere gitmeyen veya çıkmaz sokaklar gibi devamı bulunmayan bir yolda yolculuk yapmak ister? Kulun isteğindeki titizliğinin nedeni işte budur. İstenilen yol dosdoğru olan yoldur. Ayetteki yol’dan ne kast edildiğine gelince:

Bazı hadislerde insan bir yolcuya, dünya ise yolculuk sırasında bir süre dinlenmek için oturulan hana benzetilir. Bu hanın biri giriş, diğeri çıkış için iki kapısı vardır. Dünya hayatı, sonu ebedi geleceğe, yani ahirete çıkan bir yoldan ibarettir. “Sizden herbirinize bir şeriat ve bir yol belirledik” (5/Mâide, 48) “De ki, şüphesiz Rabbim beni doğru yola, dosdoğru dine, Allah’ı birleyen ibrahim’in dinine iletti. O, ortak koşanlardan değildi.” (6/En’âm, 161) Bu ve diğer bazı ayetlerden de anlaşılıyor ki, “yol”dan maksat din, yani inanç ve hayat tarzının dayandığı esaslar ile bu esasların oluşturduğu yaşam şeklinin kendisidir. Bu durumda dosdoğru yola iletilme isteğinden, “Beni dinlerin inanç ve hayat tarzlarının en doğrusuna, doğruluğu konusunda hiçbir şüphe taşımayanına sahip ve mensup kıl!” anlamı kastedildiği anlaşılır. Sırat-ı müstakim; İslam, Kur’an ve Rasülüllah’ın yolu ve bunların dayanağı Allah’ın bildirdiği vahiydir. Fatiha suresinin sözkonusu ayetinden, kulun Allah’tan, kendisini Allah tarafından tayin olunan bir hayat tarzına iletmesini istediği anlaşılır. Bu isteğinde ve ısrarında da haklıdır. Çünkü insanlık tarihi, insanın bireysel ve toplumsal hayatını kuşatan sistem arayışlarıyla doludur. Filozoflar, bilim adamları ve düşünürler… tarafından oluşturulan sistemlerin tamamı insanlığı huzur ve saadete kuvuşturacağı iddiasıyla ortaya çıkmış; uygulama imkanına kavuşanlarsa hep zulme ve sömürüye neden olmuş, arkalarında perişan insanlar veya darmadağın toplumlar bırakarak tarihin sayfalarına gömülmüştür. Bu nedenle, insanın bireysel ve toplumsal hayatın şeklini ve yönünü tayin edecek esaslar belirleme gayretinin Kur’an-ı Kerim tarafından dayanaksız bir çaba olarak nitelendirilmesi (68/Kalem, 36-41; 53/Necm, 28) oldukça anlamlıdır. Böylesi bir gayretin çözümsüz olduğunun belirtilmesi de oldukça gerçekçidir. Çünkü bu konu insanın ilmini, güç ve yeteneklerini aşar. Bu iş, âlemlerin rabbı Allah’a ait olup insanların bireysel ve toplumsal hayatlarında gerçek huzur ve saadeti sağlayacak bir sistemin sahibi ancak O’dur. “De ki: Yol gösterme ancak Allah’ın yol göstermesidir.” (6/En’âm, 71) “Asıl doğru yol, Allah’ın yoludur’ de!” (2/Bakara, 120) “Yolu doğrultmak Allah’a aittir.” (16/Nahl, 9)

Dosdoğru yolun, dosdoğru inancın ve hayat tarzının ne olduğu Kur’an’da bildirilip gösterilmiştir: “Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?” (90/Beled, 10) “Onları (peygamberleri) emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık.” (21/Enbiyâ, 73) “Şüphesiz ki bu Kur’an, insanları en doğru yola götürür.” (17/İsrâ, 9)

İbni Mes’ud (r.a.), konuyla ilgili olarak şunu naklediyor: “Hz. Peygamber bir gün yere düz bir çizgi çizdi ve ‘Bu Allah’ın yoludur’ dedi. Daha sonra bu çizginin sağına ve soluna başka çizgiler çizerek ‘Bunlar ise diğer yollardır. Herbiri üzerinde yanlışa davet eden birtakım şeytanlar vardır.’ Buyurdu. Arkasından da şu ayeti okudu: “Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur. Hep ona uyun! Başka yollara ve dinlere uyup gitmeyin ki sizi O’nun yolundan saptırmasın. (Azabından) korunmanız için (Allah) size böyle tavsiye ediyor.” (6/En’âm, 153) (İbn Mâce, Mukaddime 1).

Fatiha suresinde, insanlar için gerekli olanın herhangi bir yol olmayıp, sadece sırat-ı müstakim olduğu belirtildikten sonra, konu daha da somutlaştırılarak, bu yolun yolcularının ortak vasıfları açıklanır: “Nimet verilenler” Bu, hem kulun istemesi gereken şeyi, hem de sırat-ı müstakime mensup olmanın insana neler kazandıracağını açıklayan bir ayetttir. Nimete sahip olanların kimler olduğu ise, daha sonra vahyolunan bir başka ayette şöylece açıklanır: “Kim Allah’a ve Peygamberi’ne itaat ederse, işte onlar Allah’ın nimetine eriştirdiği peygamberler, sıddıklar, şehitler ve salihlerle birliktedirler. Ne iyi arkadaştır onlar. Bu, Allah’ın büyük lütfudur.” (4/Nisâ, 69-70) Şurası açık ve kesindir ki, hiçbir şahsın veya grubun insanlar için oluşturduğu yaşam biçimi, bu ayette belirtilen insanlık zirvelerinden değil birini, yakın bir

şeklini dahi sağlayamamıştır. Allah’ın yolunu, O’nun insanlar için belirlediği hayat tarzını takip edenler ise insanlığın zirvesi olan bu şahsiyetlerden biri ve yakın arkadaşları olur. Ne büyük mükafat ve ne güzel bir nimettir bu!

Fâtiha suresinden öğreniyoruz ki, mü’minlerin Allah’tan ilk ve en önemli isteği hidayettir. “Nesteıyn”de ilk hedefimiz Allah’ın yardımı oluyor. Allah’ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidayet isteği, yardım dilemelerin en mühimi ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. En önemli yardımın da O’nun doğru yoluna hidayet olduğu böylece belirtilmiş oluyor.

“Bizi dosdoğru olan yola (sırat-ı müstakime) ilet! Nimet verdiğin kimselerin yoluna. Kendilerine gazap edilmiş ve sapmışların yoluna değil!” (1/Fâtiha, 6-7) 5. ve 6. Ayetlerde insanlar için gerekli olan şey, kısa fakat oldukça açık bir şekilde bildirilmişti. 7. Ayetle de olmaması, örnek alınmaması gereken olumsuz bir örnek zikredilerek, hem yanlışın ne olduğu gösteriliyor, hem de bu örnekten hareketle insanlığı ne gibi inanç ve davranışların sırat-ı müstakimden ayırıp ebedi azaba sürükleyeceği açıklanıyor. Bu olumsuz örneğin mensuplarının iki önemli vasfı bildiriliyor: 1- Gazaba uğrayanlar; 2- Sapmış olanlar.

Tefsirlerde, gazaba uğrayanların yahudiler, sapıtanların ise hıristiyanlar olduğu belirtiliyor. Bu görüşlerin doğru olduğu da açıktır; çünkü bu konuda Rasûlüllah’tan naklolunan rivâyet vardır: “Yahudiler, kendilerine gazap edilmişler; hıristiyanlar da sapıklardır.” (Tirmizî, Tefsiru’l-Kur’an, 1-2) Yahudi ve hıristiyanların gazaba uğrama ve sapıtma nedenlerine gelince; bununla ilgili çok sayıda ayet vardır. Bu ayetlerin her birinde yahudilerin gazaba uğrama, hıristiyanların da sapıtma nedenleri ayrıntılarıyla açıklanmaktadır.

Yahûdilerin Gazaba Uğrama Nedenleri

Yahudiler; Allah’a karşı nankör olurlar. Kendilerini yaratan, varlıklarını devam ettiren, rızıklarını veren, durumlarını gözeten ve kendilerine nimetler bahşeden, sıkıntılarını sona erdiren, Fir’avn’ın zulmünden kurtaran… olmasına rağmen, Allah’ı bırakıp, başkalarına yönelir, başkalarının belirlediği hayat tarzlarına göre yaşamayı tercih eder, ilâhî hükümleri dikkate almazlar (2/Bakara, 61; 7/A’râf, 160-162).

Allah’a verdikleri söze sadık kalmazlar. İlâhî hükümlere göre yaşayıp, sadece Allah’a kul olma ve böylelikle yalnızca O’na ibadet etme sözlerini yerine getirmezler (2/Bakara, 246; 5/Mâide, 12-13; 7/A’râf, 165). Allah’a kul olmanın gereklerinden olan iyiliği emredip, kötülüğe engel olma görevini terkederler (5/Mâide, 79). Allah’a itaat konusunda hainlik yaparlar. Allah’a itaatı terkederler (5/Mâide, 13, 32). Dost olunması yasaklanan kafirlerle dostluk kurarlar (5/Mâide, 80-81). İmandan yüz çevirirler (2/Bakara, 63-64, 74; 7/A’râf, 148; 45/Câsiye, 16-17). Peygamber’e âsi olup başka rehberler edinirler (Mâide, 20-26; 7/A’râf, 138-140). Puta taparlar (2/Bakara, 51-52, 92-93; 7/A’râf, 148-152, 155-156; 20/Tâhâ, 83-97). Peygamberleri yalanlarlar veya öldürürler (5/Mâide, 70-71; 17/İsrâ, 4). Allah’ın emirlerine karşı kayıtsız kalıp, ilâhî emirlere uymamak için kaytarmanın yollarını ararlar (2/Bakara, 67-73). Fâiz yerler (4/Nisâ, 161). Fesat çıkarırlar 5/Mâide, 64). Allah’ın kendilerine verdiği nimetler üzerinde hak sahibi olanların haklarını vermeyerek cimrilik yaparlar: Yoksulu, düşkünü, öksüzü, yetimi, güçsüzü, sakatı… korumazlar (4/Nisâ, 539.

Dünyayı asıl kabul edip, ahireti dikkate almazlar. Sadece maddeyi ölçü alarak ahireti hesaba katmadıkları için de sorumsuz bir hayat tarzını benimserler (2/Bakara, 96). İnsanların mallarını haksız şekilde gasbederler, ticari dalaverelerle ve diğer bazı usullerle halkı sömürürler (3/Âl-i İmrân, 75; 4/Nisâ, 161; 9/Tevbe, 34). Dinlerine karşı lâkayt davranır, dinin ciddiyetini dikkate almazlar (4/Nisâ, 137). Allah hakkında yanlış ve kötü zanlarda bulunurlar (3/Âl-i İmran, 181; 5/Mâide, 64). Bütün olumsuz özelliklerine rağmen; kendilerini Allah’ın seçkin kulları olarak niteler, cennetlik olduklarına inanırlar (2/Bakara, 94, 111-112; 4/Nisâ, 49-50; 5/Mâide, 18; 62/Cuma, 6-8). Peygamberden inanmayacakları ve yapmayacakları şeyleri isterler (4/Nisâ, 153). Bazı meleklere düşman olurlar (2/Bakara, 97). Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler (9/Tevbe, 31). Allah’a olan ahitlerine veya insanlarla olan antlaşmala-rına uymazlar (8/Enfal, 56-57). Allah’ın seçkin kullarından birisi olan Hz. Meryem’e iftira atarlar (4/Nisâ, 156-157; 19/Meryem, 27-34). Kendilerine sırat-ı müstakimi gösteren kitaplarını tahrif eder, yanlış gidişlerini meşru gösterecek şeyler yaparlar (2/Bakara, 75-79, 95, 174; 3/Âl-i İmran, 78, 93; 4/Nisâ, 46; 5/Mâide, 13, 41-43).

Hıristiyanların Sapma Nedenleri

Hıristiyanlar; Hz. İsa’yı bir kul olarak değil; yüce bir varlık olarak niteleyerek şirke girerler (3/Âl-i İmran, 79-80; 5/Mâide, 17,72, 116-117; 19/Meryem, 37-39). Teslis inancını oluşturarak, Allah’ın birden fazla olduğuna inanırlar (4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 73, 116-117). Allah’ı bir yaratık, bir insan gibi düşünerek O’na çocuk isnat ederler (2/Bakara, 116; 4/Nisâ, 171; 5/Mâide, 18; 9/Tevbe, 30). Allah’ın kendilerine bildirdiği kolay dinle yetinmeyip, dini kendileri için zorlaştırarak ruhbanlığı oluştururlar (57/Hadîd, 27). Allah’a olan sözlerine sadık kalmazlar (5/Mâide, 14). Çeşitli usullerle insanların mallarını gasbederler (9/Tevbe, 34). Din adamlarını, kendisine itaat edilmesi zorunlu kişi (rab) edinirler (9/Tevbe, 31). Allah tarafından kendilerine lutfedilen sırat-ı müstakimin rehberi olan kitaplarını tahrif ederek, yanlış gidişatlarını tahrif ettikleri bu kitapla meşru gösterirler (3/Âl-i imran, 78; 5/Mâide, 13).

Allah, mü’minleri ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırır ve bunu da peygamberliğin daha ilk günlerinde gerçekleştirir. Bu, elbetteki konunun öneminden ileri gelmektedir. Ayrıca, Fâtiha suresinin risaletin ilk günlerinde vahyolunduğu dikkate alınacak olursa, Allah Teala’nın; henüz karşılaşmadıkları ve ilişkilerinde problemler çıkmadığı bir zamanda ehl-i kitap gibi olmaktan sakındırmak suretiyle, Rasülüllah ile diğer müslümanları, onlarla olan irtibat dönemine hazırladığı anlaşılır. Bazı ayetlerde ise bu sakındırmanın açıkça emredildiği görülür: “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygamber’e karşı çıkar ve mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” (4/Nisâ, 115) “Ey iman edenler! Yahudilerle hıristiyanları dost edinmeyin! Zira onlar birbirinin dostudurlar. İçinizden onları dost tutanlar, onlardandır. Şüphesiz Allah, zalimler topluluğuna yol göstermez.” (4/Nisâ, 115).

Fakat ne yazık ki, bütün bu ihtarlara, nasihat ve korkutmalara rağmen, insanı ebedi saadete ulaştıran yoldan ayrılma, sırat-ı müstakimden sapma ve aynen yahudi ve hıristiyanlarda olduğu gibi bu sapmayı Allah emretmişcesine haklı ve meşru gösterme… suçuna bu ümmet de bulaşmıştır. Üstelik bu süreç Rasulullah’tan kısa bir zaman sonra başlar ve sistemleşip günümüze kadar devam eder.

Fatiha suresi, insanları yahudilerle hıristiyanlarda açığa çıkan sapma ve yanlışlıklara düşmekten sakındırarak biter. Böylelikle insanlara sırat-ı müstakime dahil ve bunda daim olmaları talimatı verilir. Yine bu sureyle, kulun Allah’a olan duasının nasıl olması gerektiğiyle ilgili pratik bir örnek de verilmiş olur. Bütün bunların sonunda kula, burada verilen ilkelere itaat kararlılığı içerisinde, içten yaptığı duasının kabul olunacağı inancıyla “amin” demek düşer; çünkü Allah, kendisine içten gelerek yapılan samimi duaları kabul eder, geri çevirmez. (3)

Sırat-ı müstakim, istikamet üzere olan yol demektir. İstikamet; doğruluk, dürüstlük, her çeşit işte i’tidal (denge) üzere bulunma, adalet ve doğruluktan ayrılmayıp, yasaklardan sakınmak, İslam’ın doğru yolu üzerinde yürüme demektir. Dinin emrettiği vazifeleri, emrolunduğu gibi yapmaya çalışan bir müslüman dosdoğru bir insandır. İstikametin karşıtı, hıyanettir ki; doğruluğu bırakıp, hak ve hukuka tecavüz etme, verilen sözde durmama ve ahde riayet etmeme demektir. Rasülü Ekrem bu konuda; “Allah’a iman ettim’ de ve dosdoğru ol.” buyurdu. (S. Müslim, Kitabu’l-iman 13) “Ya Rasülallah, İslâm hakkında bana öyle bir söz söyle ki, onu senden sonra hiçbir kimseye sormayayım” diye soran Süfyan bin Abdullah Es-Sakafi’ye de öyle cevap verdi: “Allah’a iman ettim’ de, ondan sonra dosdoğru ol!” (Tirmizî, Kitabü’z-Zühd 47).

Mü’min, Allah’a gereği gibi iman ettikten sonra; gerek itikadda, gerekse amelde dosdoğru olmak zorundadır. İmanda istikamet üzere olmak; şirkten, küfürden, irtidaddan, ilhaddan, bid’at ve hurafelerden tamamen uzaklaşmak, onlarla her türlü ilişkiyi kesip bunları bütünüyle reddetmek demektir.

Davranışta istiakametin önemini, “Emrolunduğun gibi dosdoğru hareket et.” (11/Hûd, 112; 42/Şûrâ, 15) ayetinde görüyoruz. Hz. Peygamber, Hûd suresinin, özellikle bu suredeki “dosdoğru ol” emrinin kendisini ihtiyarlattığını, saçlarını ağarttığını belirtmiştir. İslamî hareketin bel kemiği durumundaki müslüman gençliğin de günümüzde en önemli problemi istikamettir. Bazan çok radikal; bazan çok uzlaşmacı, bazan takva; bazan gevşeklik ve zikzaklar, yalpalamalar…

Müslümanlar için gerçek gaye; Allah’ın rızasını kazanmaktır. Bu, dünya ve ahiret mutluluğu demektir. Hedefe en kısa ve sağlam yoldan kavuşmak ise, bütün müslümanların ortak arzusudur. Genel anlamda insanı, özel manada da müslümanı, ilahi hoşnudluğa ve gerçek mutluluğa aday kılan Allah, peeygamberi aracılığı ile kendisine giden doğru ve en kısa yolu tanıtmıştır. Bu yol, hiç şüphesiz ki doğru yol (sırat-ı müstakim) dur. Allah, bu yolu ilahi rızaya ve mutluluğa kavuşmak için vesile kıldığını ve ona uyulmak gerektiğini çeşitli ayetlerle açıklamıştır. Bunlardan biri:“İşte benim doğru yolum bu, ona uyun! Başka yollara uymayın ki, sizi O’nun yolundan ayırmasın. (Azabından) korkarsınız diye (Allah) söze böyle tavsiye ettti.” (5/En’âm, 153).

Rasulullah (s.a.s.) şöyle buyuruyor: “İstikamet üzere olunuz. Eğer istikametli olursanız, o ne güzel bir şeydir. Amellerinizin en hayırlısı da namazdır. Ve kâmil mü’minden başkası namazı muhafaza edemez.” (İbn Mâce, Kitabu’t-Tahâre 4). İstikamete ve kurtuluşa ermek için huşu içinde namaz kılmanın şart olduğunu unutmamak gerekiyor. İstikamet üzere olmayı beceren muvahhid mü’minleri Allah şöyle över: “Şüphesiz bizim rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), artık onlar için korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklardır. İşte onlar Cennet halkıdır. Yapmakta olduklarına karşılık olmak üzere, içinde ebedi olarak kalıcıdırlar.” (46/Ahkaf, 13-14) “Şüphesiz bizim Rabbimiz Allah’tır’ deyip, sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu), onların üzerine melekler iner (ve derler ki:) Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size va’dolunan Cennet’le sevinin. Biz, dünya hayatında da, ahirette de sizin velileriniziz. Orada nefislerinizin arzuladığı her şey sizindir. Ve istemekte olduğunuz her şey de sizindir. Çok bağışlayan, çok merhamet eden (Allah) dan bir ağırlanma olarak!”(41/Fussılet, 30-32).

Fâtiha suresini namazlarımızda defalarca okuyarak dua ediyoruz: Gazaba uğrayan yahudilerin yaptıkları Allah’a isyan, Allah’a iftira, peygambere ihanet, fuhuş, hırsızlık, hakkı gizleme, ateşle insanları yakarak işkence etme gibi suçları çağdaş metodlarla tekrarlayanların yolunu bize verme ya Rab!

İman, İslam, kitap, peygamber, iffet, namus, izzet, adalet, doğruluk, sadakat gibi kelimeleri hayatından çıkaran ve yerine bunların zıddını koyarak insanları sapıtanların yolunu da bize verme ya Rabbi diyoruz. Burada hiç unutmamamız gereken husus şudur: İstiâne konusunu işlerken de gördüğümüz gibi, kavli duadan önce fiili dua gelmelidir. Çağdaş sapıklar ve tağutlarla, düzenbazlar ve onların düzenleriyle mücadele etmeksizin onların yolunu dille reddet- menin fazla bir anlamı olmayacaktır. Vaşington’a giden uçağa bindiği halde, “ya Rabb, beni Mekke’ye ulaştır” diye dua etmek bir netice vermeyeceği gibi, bu istek sünnetullah’a da terstir ve Allah’la alay etmek demektir.

Bu sure, bize ayrıca İslam’da tebliğ metodunun nasıl olması gerektiğini de öğretir: Biz tağuttan önce Allah’ı; küfürden önce İslam’ı tanımalı ve tanıtmalıyız. Sonra da tağutun ve küfrün mantığını ve nasıl yıkılacağını yine Kur’an’dan öğrenmeliyiz. Rabbimiz altı ayette kendisini ve kendi rızasına giden yolu bize tanıttıktan sonra bu yoldan sapanlardan olmamamız konusunda bizi uyarıyor.

Dünyada devlete, ahirette Cennete çıkan bu sırat-ı müstakimi Rabbimiz’den istiyoruz. Gazaba uğrayanlarla sapıkların yolunu istemiyoruz. Ya Rabbi, diye milyonlarca kere dua ediyor, âmin diyoruz. Mekke’ye, Kudüs’e gidecek olursanız, önce araştırırsınız: Hangi şirket, hangi yoldan, kaç liraya, kaç günde getirip götürür diye bilgi ve broşür edinirsiniz. Allah (c.c.) da; siz şimdi doğru yolu; dünyada devlete, ahirette Cennete götürecek sırat-ı müstakimi mi istiyorsunuz? Buyurun: “Elif Lam Mim. İşte kitap, O’nda hiç şüphe yoktur. Müttakiler için doğru yolu gösterendir.” (2/Bakara, 1-2) (4)

Sırat-ı Müstakîmin Gerekleri

Sırat-ı Müstakim’de olmak isteyenler açısından neler gerekli olmaktadır? Bu soruya cevap vermeye çalışalım:

Sırat-ı Müstakim’in gereklerini iki ana bölümde ele almak doğru olacaktır:

Sırat-ı müstakimde olabilmenin gerekleri,

Sırat-ı müstakimde devam edebilmenin gerekleri.

Hiç şüphesiz, her aklı başında insan kabul eder ki, istemekle ya da “ben doğru yoldayım” demekle doğru yolda olunamaz. Bu oluş için gereken şartlar yerine getirilmediği takdirde söz; kuru bir iddia ya da yalancı bir avunmadan öte bir mana ifade etmez. Bu sebeple, nerede olduğumuzu yanılmadan tespit edebilmemiz ve görünüşe aldanmamamız gerekmektedir. Bunun için de sırat-ı müstakimde olabilmenin şartlarını önce bir tespit etmeliyiz.

1- Sırat-ı Müstakim’de Olabilmenin Gerekleri: Şartları, öncelikle ayet ve hadislerden yararlanarak çıkarmalıyız:

a- İman:

Sırat-ı müstakim, iman edenlerin yolu demek olduğuna göre ilk şart imandır. Allah Teâlâ, şöyle buyurmaktadır:“Doğrusu Allah, iman edenleri mutlaka doğru yola eriştiricidir.” (22/Hacc, 22) “Kim Allah’a sarılmışsa, doğru yola iletilmiştir.” (3/Âl-i İmran, 101) “Allah’a inanıp O’na yapışanları (Allah), kendinden bir rahmet ve lutfa sokacak ve onları doğru bir yola iletecektir.” (4/Nisâ, 175).

İman’dan yoksun olanlar için “doğru yolda” olma şansı söz konusu değildir. “Allah’ın ayetlerine inanmayanları Allah, doğru yola eriştirmez.” (16/Nahl, 104) O halde, sırat-ı müstakimde olmanın ilk adımı, asgari şartı İslam imanıdır. “Müslüman olanlar doğru yolu aramış (bulmuş)lardır.” (72/Cinn, 14). İmanda aranan nitelik ve kaliteyi “kâmil, sağlam, tahkîkî” kelimeleriyle ifade etmek gerekmektedir. Böylesi bir imanın tezahürü ise, gerekirse candan geçebilecek bir tereddütsüzlüktür. “Şayet onlara ‘kendinizi öldürün’ ya da ‘memleketinizi terkedin!’ diye emretmiş olsaydık; pek azından başkaları bunu yapmazlardı. Kendilerine verilen öğüdü yerine getirmiş olsalardı, onlar için, daha hayırlı ve daha sağlam (bir güvence) olurdu. O zaman, onlara büyük bir ecir verir ve onları sırat-ı müstakime, doğru yola eriştirirdik.” (4/Nisâ, 66-68).

b- Yöneliş:

İkinci gereklilik; sırat-ı müstakimde olmayı arzu etmek, bu konuda yegâne hidayet ediciye yönelmektir. Kısaca yöneliş de diyebiliriz. Allah Teala şöyle buyurmaktadır: “De ki, doğrusu Allah dilediğini saptırır ve kendine yöneleni doğru yola eriştirir.” (13/Ra’d, 27).

Bu yönelişin sadece yöneliş olarak kalmaması, bir anlamda “mücahede” niteliğine ulaşması, yönelişte ısrar ve samimi davranılması da gereklidir. “Bizim uğrumuzda cihad edenleri, elbette yollarımıza eriştireceğiz.”(29/Ankebut, 69). Bu, bir anlamda da “Allah rızası peşinde olmak” demektir. Böylesi, köklü bir niyet ve hareket içinde olanlar hakkında Allah şöyle buyurmaktadır: “Gerçekten size Allah’tan bir nur ve açık bir kitap geldi. Onunla, Allah, rızasının peşinde gidenleri esenlik yollarına iletiyor ve onları, kendi izniyle karanlıklardan aydınlığa çıkarıp dosdoğru bir yola ulaştırıyor.” (5/Mâide, 16).

c- Sünnet:

Sırat-ı müstakimde olabilmenin bir diğer gereği de İslam esaslarına İslam’ın istediği gibi, onun sınırlar içinde kalarak sahip çıkmaya çalışmaktır. İslam’ın koyduğu sınırlar aşılarak mü’minlik hali ve dolayısıyla sırat-ı müstakimde olma başarısı gösterilemez. Bu konuda en büyük yardımcı sünnettir. “Söz, amelsiz makbul olmaz; niyyetsiz de söz ve amel müstakim olmaz. Sünnete mutabık düşmedikçe ne söz, ne amel, ne de niyyet muteber ve müstakim olur!” (Telbîsü İblis, s. 18) Demek ki, sırat-ı müstakimde olabilmek için niyyet, söz ve fiil olarak sünnete uygun davranmak gerekmektedir. “Rasülüllah’ın izinden gidenler ve sünnetine uyanların dışında kalan halk için Allah’a giden yol kapalıdır.” (a.g.e., 20).

Sünneti aşarak ya da ihmal ederek sırat-ı müstakim’de olma imkânı yoktur. Sünnette ise, müslümanların tümünü kucaklayan, aralarında takva ve hizmet ölçüsü dışında herhangi bir sebeple ayırım yapmayan bir genel esas geçerli olduğuna göre; bütün müslümanları kucaklayan bir gönül genişliğine sonuna kadar sahip olmak da sırat-ı müstakimin bir başka gereği olmaktadır.

d- Gönül Genişliği:

Müslümanın, öteki müslümanlara karşı duyarlı davranması ve onları kendi haklarına sahip bilmesi, sevgiye saygıya, yardıma layık görmesi, onlardan kopmayı düşünmemesi, sun’i bir takım ayrılık sebepleri ihdas etmemesi sırat-ı müstakim’in en geniş kapsamlı gereği olmaktadır. “Onlardan sonra gelenler derler ki; ‘Rabbımız, bizi ve bizden önce iman etmiş kardeşlerimizi bağışla, kalplerimizde mü’minlere karşı bir kin bırakma! Rabbimiz, sen çok şefkatli, çok merhametlisin!” (59/Haşr, 10).

Kendi imanına göstereceği dikkati, öteki müslümanların imanı konusunda da göstermek, müslümanı olur-olmaz sebeplerle küfre nisbet etmemek her müslümanın görevidir. Çünkü Rasülüllah (s.a.s.) bir hadis-i şerifinde“Kardeşine kâfir diyenin bu sözü, ikisinden biri hakkında tahakkuk eder. Söylenen öyle değilse, söyleyene döner.”(Buhâri, Edeb 73; Müslim, İman 111) buyurmaktadır. “Doğrusu Rabbın, kendi yolundan sapanları daha iyi bilir. O, doğru yolda olanları da en iyi bilir.” (16/Nahl, 125).

2- Sırat-ı Müstakim’de Devam Edebilmenin Gerekleri:

          Takdir ve Şükür:

Nimete sahip olmanın yolu, onu değer olarak benimsemek, kıymetini takdir etmekle başlar. “Hidayetiyle bizi (bu nimete) kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bizi doğru yola

iletmeseydi, biz biz kendiliğimizden doğru yolu bulamazdık” (7/A’râf, 43) mealindeki ayet; sırat-ı müstakimde olmayı nimet bilmenin; oraya Allah’ın hidayet etmesi sonucu ulaştığını itiraf etmekle belli olacağını ortaya koymaktadır. Bu nokta da, nimetin kadrini bilip takdir etmek ve nimeti verene şükür demektir.

Yolda doğru yürümemek, bir takım istenmeyen olaylara sebep olabilir (bkz. 72/Cinn, 15-16). Bunun için, önce yolun kıymeti bilinmeli, sonra o yolun yolcusu olmanın, daha sonra da o yoldaki öteki yolcuların. Çünkü Allah, müslümanlar hakkında şöyle buyurmuştur: “İşte onlar, Rablerinden bir hidayet üzere olanlar, işte onlardır kurtulanlar.” (2/Bakara, 5) Ayette geçen müflihin’den olmaktan daha büyük nimet olmadığına göre; Allah’tan bir hidayet üzere olmak da felâh/kurtuluşun ön şartı bulunduğuna göre, sırat-ı müstakimde olmak en büyük nimettir: Bunun böyle bilinmesi de, nimetin devamı için şarttır.

b- Teyakkuz:

Teyakkuz, tehlike ya da düşmana karşı uyanık ve hazırlıklı olmak demektir. Gaflet etmemektir. Uyanıklık, muhtemel düşmanın cinsine, gücüne ve arzettiği tehlikeye göre, eldeki nimeti ve değerleri korumak için karşı tedbir almak ve hazırlık yapmak açısından önemlidir. Yoksa başlı başına ya da kuru kuruya teyakkuz hali hiçbir şeye yaramaz.

Ne var ki, hazırlıklı olmasına rağmen uyanık davranılmazsa, gaflet uykusuna yatılırsa, hazır imkanlar da kendiliklerinden koruma görevini yapamazlar. Demektir ki, uyanıklık derken, gerekli hazırlığa sahip bir uyanıklığı kasdetmekteyiz. Öte yandan, teyakkuz halinin kıvam ve süresini eldeki korunacak nimet ve değerler etkiler. Bu noktada müslümanların korumakla yükümlü oldukları değer, müslümanlıkları, yani imanları olduğuna ve imanın da ebedi hayatta, ahiret yurdunda yegâne kıymet ölçüsü bulunduğuna göre, saptırıcılara karşı gösterilecek uyanıklığın her şartta kesintisiz olarak ömür boyu sürecek bir nitelik ve nezakette olduğu kendiliğinden ortaya çıkacaktır. Bir ömrü dolduracak olayların neler olabileceği ise, gözlerimiz önündedir. İnsanın tahammül sınırlarını zorlayan olaylar karşısında bile gösterilecek uyanıklığın imana ve sırat-ı müstakime sahip çıkmak ve devam etmek açısından gereği ve önemi pek açıktır.

Aşırı sevinç ya da aşırı üzüntü halleri, direnç gücünün iyice zayıfladığı, her türlü telkin ve iğfale müsait bir zemin niteliğindedir. Bunun için uyanıklık özellikle bu hallerde yararlı olacaktır. Sevgi ve iltimas mevkii ile kin ve nefret mevkii de uyanıklığa ve imanî murakabeye en çok muhtaç olduğumuz anlardır. Teyakkuz halinin en güçlü destekçisi her şartta itidal’i kaybetmemektir. İtidal, İslam’a razı olmakla temin edilir. Teyakkuzun en tehlikeli köstekçisi ise, kötü alışkanlıklardır.

Kişiyi, uyanıklık ve elindeki nimet kadar, düşman hakkında edindiği bilginin sağlamlığı ve gerçeğe uygunluğu da etkileyecektir. İstihbarat, teyakkuzun vazgeçilmez şartıdır. Çünkü bilinmektedir ki, “(Ehl-i) hak gaflet etmedikçe (ehl-i) bâtıl ayaklanamaz.” (El-İbdâ’, s. 7) Kur’an-ı Kerim ve sünnet-i seniyyenin verdiği haberler yanlış ve yanıltıcı olamayacağına göre, müslümanlar sırat-ı müstakimdeki yolculukları için bu iki kaynaktan elde ettikleri istihbaratın gereğini eksiksiz yerine getirmek zorundadırlar.

c- Dikkat ve Titizlik:

Elindeki nimeti takdir eden kişi; çevrenin tutum ve karşı çıkmasına aldırmamak, ne pahasına olursa olsun her hal ü kârda nimeti elden çıkarmamaya dikkat göstermek görevindedir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Beraberinde bulunan, putperestliğe tevbe etmiş kimseler de doğru hareket etsinler. Aşırı gitmeyin. Doğrusu Allah yaptıklarınızı görür.” (11/Hûd, 112) ayeti bize bu gereği hatırlatmaktadır. Eldeki nimetin kıymetini çevrenin ilgi ve tepkisine göre ölçmeye kalkışmanın sonu, çoğu kez mahrumiyettir. Böyle davranılabildiği sürece çevredeki sapıkların pek bir zararı dokunmaz. “Ey insanlar,siz kendinize bakın; siz doğru yolda olduğunuz takdirde sapan dalaletteki kimse size zarar veremez!” (5/Mâide, 105).

Sırat-ı müstakimdeki düşman Şeytan; o yoldan alıkoyamayacağı kulların varlığını itiraf ederken onları şöyle vasfetmektedir: “Ancak içlerinden kendilerine ihlas verilen kulların hariç.” (15/Hıcr, 40) Bu ayet de göstermektedir ki, imanının ve yolunun değerini iyi ve tam takdir edebilmek; eldeki nimetlere sahip olmaya devam etmek için ilk ve vazgeçilmez şarttır. Aksi halde nimetin elden çıkmasıyla karşılaşmak bahtsızlığı kalır geriye.

d- Kıskanmamak:

İlahi nimetlerde tükenme korkusu bulunmadığı için kıskançlık da caiz değildir. “Yalnız benim olsun” ya da “yalnız ben olayım, yalnız ben kurtulayım” gibi sakat ve bencil düşünceye yer yoktur. “Müslümanların durumunu, derdini mes’ele edinmeyen, onlardan sayılmaz.” (Taberâni, El-Mu’cemu’s-Sağîr, II/50) hadis-i şerifinin tehdidinden çekinmek gerekir.

Sırat-ı müstakim, ihtilaf ve anlaşmazlık hallerinde, sevâd-ı a’zam, yani müslüman çoğunluğun, İslam cemaatının gittiği yoldur. Onun için de daima yalnızlıktan değil; cemaattan yana olmak gerekir. Çünkü “Ümmet sapıklıkta toplanmaz.” (Feyzu’l-Kadir, II/421) Çünkü “cemaatta hoşlanmadığınız bir husus; ayrılıkta beğendiğinizden daha hayırlıdır. Cemaatta rahmet; ayrılıkta azab vardır.” (Kenzu’l-Ummâl, III/269).

Hidayete ermek ya da hidayet üzere devam edebilmek için, bazı cahil dinî grup mensuplarının iddia ettikleri gibi şu ya da bu şeyh efendiye veya şu ya da bu dinî gruba dahil olmak gibi bir şart yoktur. Hidayet Allah Teâlâ’ya aittir. Fırka-i naciye’nin şu veya bu grup olduğu şeklinde bir tahsis ve tayin hiçbir zaman geçerli olmaz; ancak belli vasıflardan bahsedilebilir. O vasıfları taşıyanlar kurtulan grup niteliklerini taşımış olurlar.

e- İlahi İrâde İle İrtibat (Dua):

Sırat-ı müstakim üzere devam edebilmenin son şartı, hiçbir an eksik edilmemesi gereken Allah’la irtibattır. Buna ilahi irade ile irtibat veya dua denilmektedir. Allah Teala’dan bizi doğru yolda olmak nimetinden uzak ve mahrum bırakmamasını istemek, bunda ısrar etmek, “dua edin, icâbet edeyim” (40/Mü’min, 60) emrine uymak, sırat-ı müstakim yolcuları mü’minlere yakışan ve gerekli olan temel görevdir.

“Ey Rabbimiz, bizi doğru yola ilettikten sonra kalplerimizi eğriltme. Bize katından bir rahmet ver. Şüphesiz bağışı çok olan Sensin Sen.” (3/Âl-i İmran, 8)

“Ey kalpleri halden hale değiştiren Allah’ım, benim kalbimi dinin üzere daim ve sabit kıl!” (Tirmizî, Kader 7; İbn Mâce, Mukaddime 13)

“Bizi sırat-ı müstakim’e ilet (ve onda daim ve sabit kıl!).” (1/Fâtiha, 6) Âmin. (5)

İnsanın Asıl Sırat Köprüsü Dünyadadır

“Şüphesiz Biz ona(insana), doğru yolu gösterdik. İster şükreder, ister küfreder.” (76/İnsan, 3)

Soğuk ve sıcak, siyah ve beyaz, gece ve gündüz birbirlerine zıttır. Tevhid ve şirk, iman ve küfür, mü’min ve kâfir de birbirlerine zıttır. Tıpkı bunlar gibi, Allah yolu ile şeytan yolu, ilâhî nizamla beşerî nizam da birbirlerine zıttır. Ve kâinatta her şey zıddıyla kaimdir. Bu zıtların yerlerinin değiştirilmesi, dengenin bozulmasıdır. Hakkı bâtılın yerine, bâtılı da hakkın yerine geçirmek, her şeyin alt üst olmamasına sebep olur.

Geçici âlemle, ebedî âlemin arasında sıkı bir münasebet vardır. Her insan, gideceği ebedî âlemin azığını, hazırlığını, hesabını, kitabını bu âlemde yapar. Bu insana, baskı uygulanmadan, zorlanmadan iki yol gösterilir. Bu iki yolda yürümede serbest bırakılır. Yolların vasıfları, çıkış ve bitiş yerleri tek tek izah edilir. Hür irâdesini kullanarak, doğruyu tercih etmesi istenir. Yürüyeceği yolun doğru yol olması, geçerli olabilecek yol olması şart koşulur. Ve insan, anlatılanları dinledikten sonra kararını verir: Ya Allah’ın yolu, ya da bâtılın yolu. Rabbimizin yolunun, doğru olan yolun adı: “sırât-ı müstakîm”dir. Dünya, imtihan yeri olduğu için, bu yolda yürümek isteyenlerin yolculuğunda dikkat edeceği hususlar vardır. Şayet dikkatli bulunmazsa ikaz ve irşadlara kulak vermezse, bu yoldan ayrılmış olması, başka yollarda yolculuğunu sürdürmesi an meselesidir. Sırât-ı müstakîmin sağında ve solunda birtakım bâtıl ve tehlikeli yollar olduğu gibi, bizzat bu yolda yürüyen insanların önüne geçen, sağından, solundan kendisine yaklaşıp bâtıl yola kaydırmak isteyen şeytan adlı düşman da vardır (7/A’râf, 16).

Şeytanın âcil görevi, Allah yolunun yolcularını bu yoldan uzaklaştırıp diğer bâtıl yollara kaydırabilme mücadelesidir. Hadis rivâyetine göre, kıldan ince, kılıçtan keskin bir köprü olan (Tâc, 5/394) “sırat köprüsü”, imanı ve ameli geçerli olacak kullar için, üzerinde evlerin, sarayların yapılabileceği kadar da geniş bir yol ve köprüdür. Yine, sırat’ın aşağısı ateştir, kavurucu bir ateş. Ancak, bu köprünün üzerinden geçecek olan mü’minlerin taşıdıkları nur, ateşi etkisiz hale getirebilecektir. Bilindiği gibi nûr ve nâr da birbirine zıttır.

Sırat köprüsü, değişik bir şekilde, fakat taşıdığı anlam itibarıyla dünyada da vardır. Allah’ın yolu olan sırât-ı müstakîmle, cehennem üzerine kurulmuş olan sırat köprüsü birbirine bağlıdır. Dünyadaki sırat, dünyanın şartlarına; âhiretteki sırat da o âlemin şartlarına göre tanzim edilmiştir. Fakat taşıdıkları hüviyet, maksat ve anlam aynıdır. Sırat köprüsü incedir; sırât-ı müstakîm de ince bir yoldur. O yolda yürümek, sanıldığı kadar kolay değildir. İnsanın önüne konulan yüzlerce yolu terkederek, reddederek sırât-ı müstakîmi tercih etmek, her kişinin kârı değildir. Üstelik o yollar, insana daha câzibeli, daha gösterişli ve süslü, hevâ ve şeytanın teşviki ile güzel gösterilen yollardır.

Allah’ın yolunda yürüyen insanların yolculuklarına engel olmak isteyenler o kadar çoktur ki, bu yolda yürümek, ateşten bir gömlek giymektir. Elde ateş tutmaktadır bu yolda yürüyen; ateşi atsa sönecek; tutsa elini yakacaktır. Fakat bu ateşin tutulması gerekmektedir. Zira ateş imandır, cennetin bedelidir.

Sıratın altında cehennem vardır. Sırât- müstakîmin sağında ve solunda da ateşe atılmaya sebep olacak işlerden, yollardan oluşan bir hayat vardır. Dünyanın âhirete giden bir yol olması gibi, sırat ve sırât-ı müstakîm de, birbirine bitişen bir yoldur. Dünyada sırât-ı müstakîmde yürümeyenlerin âhiretteki sırat’ı geçmeleri mümkün değildir.

Yol, Allah’ın yolu, yolcular da Allah’ın kulu olduğu müddetçe, bu kervanı hiçbir ses ve hiçbir kimse durduramayacaktır. Bâtıl dinler ve düzenler, hak yolun altındaki ateşlerdir. Allah yolundan ayrılmak demek, dünya ve âhireti yakacak bu ateşi tercih demektir. (6)

Yol ve Yolculuk Üzerine Düşünceler

“Bu dünyada bir bir garip gbi yaşa; yolcu gibi ol!” Dünya iki kapılı bir han/otel; insan da yolcu. Hidâyet ve dalâlet adlı iki yol var; birinin son durağı cennet, diğerinin de ateş. Yolcuyu yoldan, yolu yolculuktan, yolculuğu menzildenayrı değerlendirmek yanlıştır. Yolu bilmeyenlerin, yoldan çıkmış ve bâtıl/yanlış yolda olanların hak yolun yolcusunu anlamaları çok zordur. Yol hikâyesi okumak, kişiyi yolcu yapmaya yetmez. Yolcuyu anlamanın en kesin ve kestirme yolunun yola çıkmak ve yolcu olmaktan geçtiğini bilmeyenler, “dosdoğru yolu” ve “o yolun yolcuları”nı anlayamaz. Sırât-ı müstakîm adlı o yol, insanlık tarihiyle yaşıttır ve dünyanın sonuna kadar, yolun en sonuna kadaryolcuları bitmeyecektir. Ömür biter, yol bitmez; ama her yol cennete gitmez.

Kutlu yolun sâdık yolcuları, yolunu kesmek isteyen eşkıyâlara karşı yol silâhlarını yanlarından ayırmazlar; onlar, tüm şartlarda yürüyen kervanın yolcularıdır. Onlar bilirler ki, yolcu yolunda gerek. Neticeye ulaşmak isteyen bir yolcunun, tüm dikkatini diğer yolculara veya yoldan çıkanlara değil; yola vermesi gerektiğinin şuurundadır güzel yolcu.

Yolculuk yapmak yerine, yola yatan, bir engele takılıp düştüyse kalkmak için çabalamayan, yolun kendi bulunduğu şeridinin dışındaki şeritlerden gidenlere çelme takıp tekme atan, yoluna devam etmeyi bırakıp yol, yolcu ve menzilüzerine nutuk atanlar, doğru yolun dosdoğru yolcuları olma vasfını kaybetme riskleri büyük olan, yoldan çıkmaya aday kimselerdir. Çıktığı yolda kurallara uygun şekilde yarışan, yol arkadaşlarıyla yardımlaşabilen, yola gelmeyeninsanlara acıyıp yolun genişliğini ve güzelliğini onlara da göstermeye çalışarak yolculuğunu bitiş noktasına kadar sürdüren insan, yolun sonunda ödül almaya hak kazanacaktır.

“Allah’a dayan, sa’ye sarıl, hikmete râm ol;

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.” (M. Âkif)

“Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak;

Haykırsam kollarımı makas gibi açarak.” (Necip Fâzıl)

Dönülmez ufkun akşamlarına gelmeden ve yol yakınken, dosdoğru yolun doğru yolcusu olarak yola düşmek, yola koyulmak yakışacaktır âhiret yolcusuna. Yolda yorulmak normaldir, hatta yalpalayıp sendelemek de. Ama düşe kalka da olsa yola devam gerek; yola yatıp yolu kapamak, diğer yolculara da ihânettir. Yolu tıkamaktansa yoldan çıkıp başkalarına yol açmak, menziline ulaşmak isteyenlere yol vermek, hiç değilse diğer yolcuların, o yola baş koyanların bedduâsından kurtulmak demektir.

Başkalarını yola getirmek için, yola çağıranın öncü ve yolcu olması, yola düşmesi şarttır. Yol göstermek için, yolu,yoldaki engelleri bilmek ve yol haritasına sahip olmak da gerekecektir. Doğru yolu bulmak ve yoldan çıkmamakiçin rehbere ve yoldaki işaretlere uymanın olmazsa olmaz önemde olduğu unutulmamalıdır. Dünya gurbetinde yol alan kişinin ana vatanı ve baba ocağı cennete ulaşmaması için, kırk harâmîler yol başlarını tutmuş, yolları kesmişolsa da, yolsuzluk içinde yollanıp yolunu bulanlar, yolu şaşırtmaya çalışsa da, yolcunun azığında takvâ var ise çıkış yolu ihsân edecek, sırât-ı müstakîme hidâyet edecektir yolun sahibi.

Tüm yolsuzlukların ve yoldan çıkmanın sebebi, hak yoldan sapmaktır. Her şeyin yolu yordamı olur da sonucu cennete çıkacak güzel yolun düzeni, işaretleri ve kuralları olmaz mı? Asgarî ve âzamî hız belirtilmez mi? Çok yavaş gidenin, doğru yolda zigzaglar çizen, hangi şeritte gittiği belli olmayan yolcunun kazaya uğrama riski gibi; aşırılıkları seven sürat tutkunu insanların da ulaşmak istedikleri yere sağ sâlim erişmeleri zordur. Sırat köprüsü gibiuzun ince yolun, yolunca geçilmesi için, yoldaş ve yol arkadaşlarının aynı yolun gerçek yolcularından seçilmesi gerektiğini unutmamalı yolcu.

Yol ağzında, yol ayrımındayız; bitmek bilmeyen dünyevî işleri yoluna koyma uğraşıları, bizi ana yolumuzdan etmemeli, burada misafir ve yolcu olduğumuzu unutmamalıyız. Yoldan kalmamalı, yolumuza/hedefimize bakmalıyızki, yolumuzu gözleyenlerin gözleri yolda kalmasın.

Yol açıklığı ver ya Rab! Bizi yolumuzdan etmek isteyenlere fırsat verme. Bizi kendilerine nimet verdiklerinin yolu olan dosdoğru yola hidâyet et; yoldan sapmış ve gazaba uğrmaşların yoluna değil Allah’ım!

Hayri Bilecik, Mefhumlardan Tefekküre, 99 vd.

Ali Ünal, Kur’an’da Temel Kavramlar, s. 129-130

Celâlettin Vatandaş, Esenlik Yurdunun Çağrısı, 158 vd.

Mahmut Toptaş, Şifa Tefsiri, I; 77-78

İ. L. Çakan, Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, 153 vd.

Abdullah Büyük, Müslümana Mesajlar, s. 337 vd.

Sırat-ı Müstakimle İlgili Ayet-i Kerimeler

1/Fâtiha, 6; 2/Bakara, 142, 212; 3/Al-i İmran, 51, 101; 4/Nisâ, 68, 175; 5/Mâide, 16; 6/En’âm, 39, 87, 126, 153, 161; 7/A’râf, 16; 10/Yûnus, 25; 11/Hûd, 56; 15/Hıcr, 41; 16/Nahl, 76, 121; 19/Meryem, 36; 22/Hacc, 54; 23/Mü’minun, 73; 24/Nûr, 46; 36/Yâsin, 4, 61; 37/Sâffât, 118; 42/Şûrâ, 52; 43/Zuhruf, 43, 61, 64; 48/Fetih, 2, 20; 67/Mülk, 22.

Konuyla İlgili Geniş Bilgi Alınabilecek Kaynaklar

Hadislerle Kur’an Tefsiri, İbni Kesir, Çağrı Y. C. 2, s. 108-119

Tefsir-i Kebir, Fahreddin Razi, Akçağ Y. c.1, s. 354-363

Hak Dini Kur’an Dili, Muhammed Hamdi Yazır, Azim Y c. 1, s. 122-139

Şifa Tefsiri, Mahmut Toptaş, Cantaş Y. c.1, s. 74-78

Fi Zılali’l- Kur’an, Seyyid Kutub, Hikmet Y. c. 1, s. 45-48

Tefhimü’l Kur’an, Mevdudi, İnsan Y. c. 1 s. 42

Fatiha Üzerine Mülahazalar, Hikmet Işık, Nil Y. s. 199-237

Fatiha Tefsiri, Azad, Bir Y. s. 239-297

Sorularla Fatiha Suresi, Zabit Ali Durmuş, Ali İçipak, YendaY. s. 183-188

Sırat-ı Müstakim ve Yolcuları, İsmail Lütfi Çakan, Şamil Y.

Sırat-ı Müstakim 1, 2, İbni Teymiyye, (terc. Salih Uçan) Pınar Y.

Sırat-ı Müstakim’de Yürümek İçin, İbrahim Balcı-Medine Balcı, Ebrar Y.

İslam Ansiklopedisi, Şamil Y. C. 5 s. 412 ve c. 3 s. 221-222

Kur’ani Araştırmalar, Mutahhari, Tuba Y. s. 139-146

Kur’an’da Temel Kavramlar, Ali Ünal, Kırkambar Y. s. 128-134

Mefhumlardan Tefekküre, Hayri Bilecik, Hülbe Y. s. 99-105

Kur’an’da İnsan ve Toplum, Ekrem Sağıroğlu, Pınar Y. s. 221-223

İlk Mesajlar, M. Ali Baltaşı, Birleşik Y. s. 31-35

Esenlik Yurdunun Çağrısı, Celaleddin Vatandaş, Pınar Y. s. 158-171

Fatiha Suresi ve Türkçe Namaz, Sait Şimşek, Beyan Y. s. 56-63

Yeryüzünün Varisleri, Kul Sadi Yüksel, Madve Y. s. 177-192

Namaz Duaları ve Sureleri, Ali Akpınar, Suffe Y. s. 81-84

Müslümana Mesajlar, Abdullah Büyük, Suffe Y. s. 337-340

Kur’an ve Sünnete Göre Tevhid ve Akaid, Muhammed Karaca, Ribat Y. s. 140-143

Yeni İslam İlmihali, Süleyman Ateş, Yeni Ufuklar Y. s. 585-587

(kaynak: kuran.kavram.tefsiri.errahman.de)